BİZ KİMDİK? - ROMAN

 


İşin aslına bakılırsa bu bir roman olmalıydı.. . Evlerin romanı, sokakların romanı, mahallelerin ve de yaşanılan kentlerin romanı… Burada kişilere ne kadar yer ayrılmalı, zaman gösterecek. Eskilerin deyimıyle Hayal perdesi denen şu dünya ekranında, kişilerin varlıkları ne denli gerçek olabilir ki? Biz gerçek miyiz? Yoksa sanal varlıklar dünyasını yaratan kişiler olarak, tanrının yarattığı “Sanal insanlar” mıyız? Herşey sanal mı? Onlar var mıydılar, bizler var mıyız? Kendi varlığımızı, birlikte olduklarımızla pekiştiriyor, onlarla teyıd ediyoruz. Bizi teyid edenler azaldıkça, bizim teyid ettiklerimiz azaldıkça, biz de giderek ortamdan, anılarımızdan, ortak değerlerimizden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz; gerçekliğimizi yitiriyoruz.
 
Çocukluğumun geçtiği sokaklardan geçen kaç kişi kaldı geriye? O sokaklar nerede? O Evlere ne oldu? O bahçeler, hangi ressamın tuvalsizliği yüzünden üzerlerine üstübeç çekildi de yeniden resmedildiler, asfalt yollar, güdük meydanlar, kırık dökük molozluklar olarak… Dostlarımla yürüdüğüm, sohbet ettiğim, arkadaşlarımla ebecilik oynadığım yerlerde sokak gösterileri var simdilerde.. Ahşap konaklar, betonların altında ezilmiş, yokolmuş… 

Sahi, kaç kişi anımsar İstanbul‘un Kumkapı, Çarşıkapı, Langa, Akbıyık yangınlarını? Gecenin sessizliğinde itfaiyenin çığlıklarına karışan, harlı ateşin çatırtısı. Evlerin çaresiz, iniltiler. işkenceler içinde alev alev yanışları. Yıldızların, burçların arasına savrulan kucak kucak kıvılcımlardan oluşan gökadalar, göktaşı yağmuru gibi üzerimize yağan tahtaparçaları, kalaslar. Izdırabın şiddetinden patlayan, savrulan sıcak tuğlalar.. ve çöküş. Zaten çökmeyen kısmını da itfaiyeciler silkeler, iple çeker; baltayla/ kazmayla alevden düşmana saldırırken zavallı binaya olan olurdu. O yangını izlemeye gidişimizdeki cazibenin temelinde neler yatardı? Denetimsiz bir düşmanı yenmenin heyecanı mı? Göklere yükselen alevlerin ihtişamı karşısında duyulan ürperti mi? Bir başkasının felaketini paylaşmanın doyumu mu? Yoksa gerçek/ elle tutulan/ gözle görülen bir olayı yaşamanın dayanılmaz hafifliği mi?
 
Sözgelimi Kapalıçarşı yangınını anımsıyan kaç kişi kaldı? Gerçekten öyle bir olay olmuş muydu? Yoksa sanal bir oyun muydu o da? Fotoğrafları her ne kadar eski gazetelerin sayfalarını süslüyorsa da, kim dönüp bakıyor arşivlere? Sanal bir dünyanın sanal arşivleri olamaz mı? Çünkü bu olayları benimle anımsıyacak, üzerinde sohbet edeceğim kimseler yok artık çevremde… Beni “Ben” yapan değerler yoksa ortalıkta, ben neredeyim?
 
Don Kişot’un yeldeğirmenlerini düşünüyorum da, her defasında "Londra Asfaltı" denilen o bir zamanların muhteşem otoyolu’nun bir kenarında kurulan Ataköy Blokları gözümün önüne geliyor. Hatta onlar, yeldeğirmeni de değil, İstanbul’un 2.kuşak surları olabilirler. Bu surları kim inşa etti oralara? Sanki işe yaradılar mı? Zavallı Jüstinyanos’un Osmanlı Ordusu karşısında yazlık sarayına sığınması gibi, İstanbul’un kalburüstü sakinleri de Anadolu’dan gelen 20.yy akıncılarına karşı bu kalelere sığındılar da kurtarabildiler mi kenti yağmalamaktan?
 
İstanbul da yeniliklere ayak uydurmuş. Bir yandan yangınlar, bir yandan Boğaz’da çarpışan gemiler… 

İzmit Körfezi’nde batan gemiyi kaç kişi anımsar, bir okul dolusu öğrenci ve öğretmenleriyle? 

Ya İstanbul’un tarihine 6-7 Eylül olayları olarak geçen, Kumkapı’da başlayıp Beyoğlu’nda son bulan, yağmalanmamak için pencerelerimize bayraklar astığımız geceden kalan anılar? Ayakkabıların, kumaş toplarının, oyuncakların, beyaz eşyaların İstiklal Caddesi boyunca sereserpe uzanışları… Şimdi nerelerde Japon Mağazası? Ya Galatasaray’ın köşesinde fotoğraf çekilmek için bindiğim minik otomobil?
 
Çarşıkapı’daki ayakkabıcılar sitesinin yıkılışı… Köşede bir şapkacı vardı, vitrindeki güzelim fötrler halâ capcanlı anılarımda… 

Fatih Külliyesi’nin duvarlarına vuran ışıkların, ağaçlarla yakamozu arasında Divanyolu’na iniş…Neden o taş duvarlar böylesine canlı anılarımda? 

Çemberlitaş’ın karşısında geniş alınlığı ile Çemberlitaş Sineması. Bayramlarda ışıl ışıl dolaşan tramvayların çınçınları karışıyor çatapatların, maytapların gürültüsüne… Bu yollardan geçtik mi? İran Şahı Rıza Pehlevi’nin ve eşi güzeller güzeli Süreyya İsfendiyari’nin üstü açık bir arabada geçtiği, resimlerinin “Hayat” Mecmuasını süslediği dönemler…
 
Londra Asfaltı… döneminin en geniş yolu. Geceleri sosyete gençlerinin arabala yarıştırdıkları; James Dean’lere, Jean Manfield’lere özenilen dönemler. Brigit Bardot’un henüz saçlarını sarıya boyatmadığı, Gina Lollobrigida’nın Sophia Loren’in meşhur olmaya başladıkları dönemler…
 
Beyazıt’taki güzelim havuzun ortadan kaldırıldığı, meydanın 2-3 metre seviye düşürüldüğü, Marmara Sineması’nın bu yüzden yarım kat yükseldiği, Beyaz Saray’ın yapıldığı, Sırmakeş Han’ın pasta kesilir gibi ortasından bölündüğü ve Roma kalıntılarının açıkhava müzesi halinde sergilendiği, Aksaray Meydanı’nın açıldığı dönemler… 

Sokak olaylarının arttığı, gençlerin vurulduğu, üniversite hocalarına baldırıçıplaklar denildiği, her gece radyodan “Vatan Cephesi”ne kaydolanların adlarının okunduğu, polisle askerin birbirine hasım edildiği dönemler… Bir sıra arkadaşım vardı, Nurten. Babası subay, ağabeyi polisti ve o günlerde çektiği ızdırabı, evde yaşanılan dramı anlatırdı zaman zaman. 

Bir Mayıs sabahında Harbokulu öğrencilerinin yolları kapadığı, trafiğin evimizin önünden dolanıp gittiği dönemler… Mahkemeler, cımbız davaları, bebek davaları,… kapalı bir toplumdan açık bir topluma geçişteki sancılı dönemler…
 
Liz Taylor’un yeniden evlilik masasına oturduğu, Merlyn Monroe’nun yatağında ölü bulunduğu, John F.Kennedy’nin suikaste kurban gittiği, Çarşıkapı ve Unkapanı yeraltı geçitlerinin yapıldığı, Adliye Sarayı ve Belediye sarayı’nın inşa edildiği, Boğaziçi Köprüsü’nün temellerinin atıldığı, Beyazıt/ Çarşıkapı’nın yeni plan çerçevesinde Küçük Sanayi’e açıldığı, Üniversite sınavlarında bilgisayara geçildiği, Ses Dergisi’nin Artist yarışmaları düzenlediği, ilk TV yayın denemelerinin yapıldığı dönemler…
 
Günün belli saatlerinde yayın yapan Radyo’nun hükümran olduğu günler, bilgi yarışmaları, skeçler, radyo tiyatroları, ölü saatlerde yazdırılan haber bültenleri… Orhan Hançerlioğlu’ndan “Japon Hikayeleri”, Sabit Karamani’nin sunduğu “Bunu Duydunuz mu” programları ya da Afif Yesari’den "Esrarlı Polisiye Hikayeler"…
 
Tramvaylar, Troleybüsler, Plymouthlar, Doutchlar, .. Banliyö trenlerinin en tenha olduğu, seyirlik Boğaziçi Vapurları’yla boğaz keyfinin yapıldığı, Adalarda Modalarda faytonla dolaşılabildiği; yazın Gülhane Parkı’nda eğlence fuarının   kurulduğu ve sergilerin açıldığı, ilk naylon geceliği orada bir mankenin üzerinde gördüğümüz, Hamiyet Yüceses’i bir denizkabuğu sahnede izlediğimiz; Yuri Gagarin’in ilk kez uzaya çıktığı, Kıbrıs olaylarının yaşandığı ve Ay’a ilk ayak basan Armstrong’un “İnsanlık İçin Dev Bir Adım” dediği dönemler…
 
Bu olaylar yaşandı mı? Gerçek miydiler, Sanal mı?
Biz yaşadık mı bu olayların içinde? 
Yoksa bu olayların sadece biryerlerinde küçük/ soluk/ sessiz/ saygılı ve kaygılı figüranlar mıydık? 
Bizden ya da o insanlardan kimler kaldı günümüze?
 
Neredeler? 
Bu anıların ne kadarıylalar? Ve ne kadarını aktarıyorlar bir masalmış gibi…

Sahi, Biz kimdik? 

07.04.98/21.43-İzmir

 
Selma Mine
 
Öğrencilik yıllarında başladığı yazın hayatında, duygu ve psikolojik ağırlıklı romanları beğenilmiş ve Türkiye''nin yeni bir kadın romancı kazandığı görüşü ağırlık kazanmıştır.

Ancak, giderek özgün bir dalda kalemini kullanmak isteyen Selma MİNE, 1970'lerden itibaren Çocuk Edebiyatına ağırlık vermiştir. Bunun paralelinde Bilimkurgu öykü ve romanları devreye girer.

Denemeler ise 1980 sonlarında kendini göstermeye başlar. Yarı esprili, yarı felsefi ağırlıklı bu yazılar, aralıklı da olsa, zaman zaman okurlara ulaşmıştır.

Son dönemde ise, 2008'in Nasreddin Hoca yılı kabul edilmesiyle ilişkili olarak, bu ünlü espri ustasının fıkralarını yeniden yorumlamayı denemiştir. Bu öykülere:

www.nasreddinhocahikayelerim.com sitesinden ulaşmak olasıdır.
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol