Vivaldi’nin “Mevsimler”i dolaşıyor düşlerimde... Kırlangıçların rüzgâr önünde sürüklenişleri, dallarda şakıyan adını bile bilmediğim kuşlar... Ne bu konçerto o kuşları görebilmiş düşlerinde; ne de o kuşların bu konçertodan haberleri var! Farklı dünyaların, evrenlerin, düzenlerin farklı ama canlı, görkemli gövdeleri; iç içe yaşayan, ama birbirinden habersiz birlikte yaşamlarını sürdüren döngüler. Hiçlikler... birbirlerine göre “HİÇ” olanlar!
Filizlerin adım adım büyüyüşleri, yaprakların, çiçeklerin açılımındaki görkem. Güneşin, bahar bahçesindeki gezisi... ve güzelim serin, hafif, çisentili akşam yağmurları.
Bir bahar akşamı rastladım size,
Hüzünlü bir telaş içindeydiniz...
Bu güzelim şiirsellikler nerede? Baharın bahar olduğunu bile algılayamadan geçen günler. Çiseleyenler yerine fırtına, bora, seller... seller... sürüklenen insanlar, evler... batağa dönen tarlalar, konacak dal bulamayan kuşlar! Sahi fırtınalarda nereye saklanır bu minicik yaratıklar?
Ya o yaz yangınlarında neredeler? Uçsuz bucaksız ormanlardan arta kalan bir tutam ağacın can verdiği yangınlarda? Nerdeler? Biz nerdeyiz?
Sonbaharda, bir yaprağı kovalayan minik bir rüzgârın onu döne döne dans ettirişi... belki Vivaldi başka şeyler anlatıyor; ama ben o şaşkın yaprağı görüyorum, müziğin nağmelerinde...
İnsanın insan olalı, doğayı böylesine boşladığı; doğanın da böylesine hoyrat olduğu bir döngüdeyiz. Giderek ondan uzaklaştıkça, bize kendini anımsatmak için, elinden geldiğince şiddet kullandığı bir dönem bu! Böylesine sertleşmeye ne gerek var? Sevgi-nefret ikilisinin böylesine acımasız kurgusunu yeniden yaşamak...
Kentte yaşamanın bedelini ödemek böylesine ağır mı olmalı? Gün gelecek, çocuklar, bilgisayarlarda gördükleri konuların canlısını, gerçeğini düşleyemeyecekler... dokunamayacaklar... yakından göremeyecekler. Uzak bir gökadadaki filanca uygarlık kadar SANAL olacak her şey onlar için! Bireysel odalarında, bireysel ekranlarının başında, bireysel varlık olmanın heyecanı içinde, toplumsal değil, kendi başlarına yaşama savaşı verecekler. Bireysel bankacılık, masaüstü yayıncılık, bilgi ağı... vs... vs... evlerinden bile çıkmayı düşlemeyen insanlar için yollara, araçlara gerek kalacak mı? Yoksa doğa, başına buyrukluğu kazanabilmek için, o günleri mi bekliyor, pusuya yatmış? O zaman mı kendi bireyselliğini o da yaşayacak?
Yapay beslenme, teknik gelişme... sırtını, doğduğu doğal ortama dönen insanların YAPAY dünyası! Ha yeryüzü, ha yer altı, ha gökyüzü... soyutlandıktan sonra nerede olmanın ne anlamı kalacak ki?! Yoksa temel program bu mu? İnsan olmanın ödünü, bireysel, kendine hükümran, başına buyruk, bağlantısız yaşamak mı? Dünya üzerinde var olmak, dünyayı bir atölye gibi kullanmak; onu işlemek, değiştirmek... değiştirdiğini sanmak ya da!.. Öğrenmek, bilgiyi ORTAK bir belleğe kaydetmek ve o bellekten bilgi çekmek! O bellek nerede? Yoksa Dünya Ruhu denen bu mudur? Dünya ORTAK düşüncesi, o belleğin kullanım tarzı mıdır? Böylesine güçlü müdür o bellek ve RUH ki; kendini yaratan insan düşüncesini etkilemekte, yönlendirmekte; gücünü kullanmakta... O bellek ki kuşları, böcekleri, hayvanları, taşı, toprağı, ağacı, çiçeği ile her boyutta, her kademede birileri ile ÖZDEŞ...
Bir kedinin gözlerine bakmayalı ne kadar zaman geçti kim bilir? İnanılmayacak kadar mavi ve güzel bir çift berrak bakış! Bir insana bakarken taşıdığı o duru saygınlık, korku, sevgi... O ortak zekânın bir kedi gözüyle bir insana dönüp bakmasındaki o keskin, inceleyici, yalın duygu... Size bir şeyler anlatmanın ve bunu anlıyor kabul etmenin heyecanı...
André Gide, İklimler’le insan duygularını simgelemişti, eserinde. Vivaldi’nin Mevsimler’inde de aynı pırıltıları sezinliyorum. Baharın coşkusu, yazın rehaveti, sonbaharın fırtınaları, kışın dinginliği... kristalleşen düşünceler, duygular... olgunluk ve yeni bir coşkuya sıçramak için dinlenmeye çekilme!
Peki, insanlık, bu mevsimlerin neresinde?
Şubat 1999-İzmir |