Oyma oyma kayalıklarda oyma oyma şatolar, rüzgârın gün ışığından gizli kotardığı. Hey deli rüzgâr! Ne zaman kurdun bu granit şatoları? Hangi usta yetiştirdi seni, hangi ekolden feyiz aldın? Kimlere hazırladın da, gelmedi sahipleri? Güneşi bir kez görmüş de, hayretten ağızları bir karış açılmış kaya mezarları; kayıp sahiplerinin yüzyıllardır yasını tutarlar gündüzleri, geceleri.
Kıvrım kıvrım yollar aşar dağları, tepeleri.
Kimine asfalt dökmüşler “yapışsın” diye,
Kimine toprak dökmüşler “savuşsun” diye.
Bazen bir yel değirmeni karşılıyor bizleri,
bazen ikisi-üçü bir arada.
Bunlar doğanın renk, görüntü anahtarları.
Rüzgârlara bağırlarını açtıkları tepelere,
tepenin de tâ ucuna dek çıkıyorsunuz da,
“Bu yol bitse bitse, gökte biter!” deyip
yanılıveriyorsunuz.
Bitsin bre yollar, bulutların kapısında!
Alsın rüzgârlar kanatlarına,
sürsün bizi dantel bükler,yalılar boyunca;
sürtsün kayalara gövdelerimizi,
“Bizden de birer iz kalsın” diye.
Oysa yeldeğirmenleri kalleş!
Tıpkı değirmenliklerini gizlemek için
yelkenlerini çıkardıkları gibi,
yolu da bulutlara bağlamıyorlar.
Bizi dağın en tepesinde,
yamaçların en uç yerinde,
bir yumrukta büklere, yeni koylara
ve yalılara deviriveriyorlar.
Öylesine doludizgin, öylesine baş döndürücü.
Soluğunuz kesilerek iniyorsunuz vadilere.
Boğazınız kuru, avuçlarınız ıpıslak,
sürprizlerin şaşkınlığında.
Ağzınızı açıyorsunuz da
haykırmak için bu güzelliklere,
soluğunuz bile çıkmıyor, “gık”ınız ne ki!?
Ve dönüp bakıyorsunuz ardınıza,
Bir arpa boyu yol ötede;
bir dokunuşta görüntünüzü değiştiren,
size inanılmaz manzaralar sunan yeldeğirmenlerinin
alaylı gözlerini seçiyorsunuz, üzerinizde.
Taştan gözcüler, tepelerden deniz gözleyen...
Bebeğini emziriyormuş da kadının biri,
Hikmet-i Hüdâ, taş kesilivermiş...
İnsan soyunun atalarından bir orman adamı, düşünürmüş heybetli gövdesiyle, “Bu sarp kayaları nasıl inerim?” diye. Öyle çok düşünmüş ki, Aylar geçmiş, yıllar geçmiş, asırlar geçmiş... Hâlâ da düşünür durur, granit dizlerine granit çenesini dayamış!
Yol boyu eşilk eden ikinci güzellik, kümbetler.
Artık kurumuş, bir devrin su sarnıçları bunlar.
Kadınlar, mazgallardan inen yağmur sularıyla,
en sihirli yeteneklerini döktürür,
çamaşırların en temizini ve en beyazını
odun külü ve çöğen otunda yıkarlarmış.
Hey gidi günler hey!
Külün “kül” olduğu,
“çöğen otu”nun saygı gördüğü günler!
Deterjanlar çıktı da mertlik bozuldu.
Sadece mertlik mi bozulan, a Dostlar?!
Denizin suyu sanmayın kendinden köpük,
o da dalgalarını deterjanda yıkıyor artık!
Ve köyler kâh yamaçlarda, kâh kıyılarda.
Ortayı tutana aşk olsun!
Orta makbul değilse de bu yerlerde,
yine de gelene geçene söz sahibi Ortakent!
Toprak duvarlar, çam duvarlar,
Servi duvarlar, taş duvarlar...
Evleri gözlerden gizleyen set duvarlar!
Ve insanları dirilerden önce karşılayan mezarlar!
Sadece kış uykusuna değil,
Yaz uykusuna da yatan duvarlar!
Bu mahmur sabahlarda, kızgın öğlelerde
ve uykulu akşamlarda,
dışına tezat, içinde bin bir güzelliği
kıskançlıkla saklayan duvarlar...
Tek bir Allah’ın kulu bre çıksın ortaya da
bu ölü kentlerden,
ne kış uykusu, ne yaz uykusu;
sadece “yabancı kuşkusu”nu atsın üzerlerinden!
20.05.86/16.30 - Bodrum
|