Bu sabah nefis bir gün başladı. Deniz çarşaf gibiydi, on dakika oluyor hafif bir esinti çıktı, suyun yüzü kırıştı. Uçuk mavşi bir sis, yeri-göğü sardı. Yunan Adaları’nı göremiyorum, artık; sadece doruklarında pembe ışıklar yakamozlanıyor. Tıpkı bir düş ülkesi gibi, maviliklerin üzerinden belli belirsiz seçiliyorlar.
Teknemiz, esintiyi de, çırpıntıyı da arkasında bırakmış, kırışıklıkları ütülerceine Çatal Adası’na dikmiş burnunu. On kişi varız ancak... Ve bu on kişi, gidilecek menzili değil de, geride kalan Turgut Reis’i gözlüyor, ayrılık hüznüyle.Yeldeğirmenleri, yelkensiz kollarıyla selâmlıyorlar bizleri. Küme küme yerleşmeleri, kıvrım kıvrım yollarıyla canlı bir maket ardımızdaki.
Uzaktan iki ada gibi duruyor, ama Çatal Adası’nın ortasında geniş ve temiz bir kumsal uzanıyor. İki ayrı diyar sanki. Bir tepesi toprak, diğeri kayalık. Hem de ne tür kayalık... Rüzgârların deşe deşe, yırta yırta, paralıya paralıya tüketemediği mor-gri taşlar, baş döndürücü bir diklikle açık denize bakıyorlar... Tepede duruyorsunuz da, Yunan Adaları’na doğru uzanan akvaryuma ağzınız açık bakakalıyorsunuz. Çeşit çeşit, renk renk yosunun; sarı, turuncu, yeşil, mavi... suları boyarcasına renklenmesini ancak düşlerinizde görebileceğinizi sanıyorsunuz; oysa burada düşler gerçeklerle iç içe. Denizde açan çiçeklere bakıyorsunuz hayretle, diz boyu yürüyorsunuz ve bu güzelin tuzağında, adam boyu yarlara yuvarlanıyorsunuz bir solukta...
İkinci durağımız, Mindos Harabeleri’nin halen birkaç duvarını, taşını, sütun kalıntılarını saklayan Gümüşlük... Burası eski bir doğal liman. Eskiden Lelegler yaşarlarmış, bu harikulade manzaraya karşı. Bu açık denizin esintisine bağrı açık... Mindos Kenti, bir depremin kurbanı olup denizin altına saklanmadan önce, kimler gelmiş, kimler geçmiş buralardan. Sadece güneybatı rüzgârı alan limanın ağzına bir zincir gerermiş, sonradan Gümüşlük’e yerleşen korsanlar. Fırtınadan sığınan gemilerin kaçmasını engeller, onları yağmalar ve batırırlarmış. Desenize denizin altı, dipsiz kuyu... Bir el atsanız, sayısız kalıntıları çekip çekip alacaksınız, bir çırpıda.
Sonunda onlar da gelmiş, geçmiş; masal olmuş dillere. En son, gümüş yüklü geminin anısına Gümüşlük demişler ki, Gümüşlü de deniyormuş. Yıllarca denizden gümüş çıkarılmış.
Gümüşlük’ün gümüşleri yandım aman,
bir de gümüş denizi!
Korsanlar, iyi etmiş de batırmışlar gemileri.
Adalar, bir olmuşlar da,
gümüş sırtlarını güneşe dayar,
denizin altında gümüş ararlar...
Kimindir o yassı mermer sütunlar?
Hangi evden, hangi tapınaktan bize ulaşır?
Hangi tavanı taç etmişlerken başlarına,
şimdi basamak diye basılıyor alınlarına?
Kim bilir kimler güldü-ağladı,
kimler doğdu-öldü o evlerde?
Şimdi sinekler konar-göçer,
davarlar geviş getirir, birer tezek yuvası...
Kale’nin bedenleri oy,
denizin altında nöbete çekilmiş...
Diz boyu suyun içinde, ürkütmeden, uyandırmadan bekleyenleri, Tavşan adası’na geçiveriyorsunuz.. Kale de kale hani! Minicik... dört duvarının temel taşları meydan okuyor zamanın keskin dişlerine. Ancak bu kadarını kurtarabilmiş, yüzyıllar boyu. Her nereden gelmişse gelmiş, bir çift mi desem, iki çift mi... sayısı şöyle dursun, bir zamanlar bir tavşan ailesi gelmiş buraya. Geliş o geliş... Boz tavşanlar, beyaz tavşanlar, siyah tavşanlar... Ve kale duvarlarından kalan kocaman taşların üzerinde, kocaman harflerle kaygılı uyarılar: TAVŞANLARI AVLAMAK YASAKTIR. Kıyıya çıkamayan tavşanlar, turistlere yakalanmamak için mak,lerin arasında, toprağa uyum göstererek saklanıyorlar. Ama bilmiyorlar ki yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında; gün gelecek, adım atacak yer bulamayacak da yabancılar, tavşanlardan; açlık belası, bu kez başka yazılar görülecek duvarlarda: İNSANLARI AVLAMAK YASAKTIR.
Teknemiz, Gümüşlük’ün gümüş kıyılarını ardında bırakıyor... Denizin dibini boylayan eski fener kalıntısını, korsanların zincir bağladıkları dar geçitleri ihtiyatla geçiyoruz, açık denize çıkarken. Buralarda, korsanların ruhları... bu taşlarda, bu harçlarda... Bu basamaklarda durup ardımızdan şüpheyle, hasetle, kıskançlıkla bakıyorlar, adeta...
Çavuş Adası, başka bir güzellik yuvası. Adının nereden geldiğini öğrenemedim; ama zirvesine kurulu minicik gözlem kulesi ve odacıklarıyla minyatür kalesi, nefis bir koya bakıyor. Buradan anakara tüm görkemiyle gözlenebiliyor. Arka taraf çok yüksek bir uçurum. Tepe, denize baş döndürücü bir diklikle iniyor ve yeşil-mavi yosunlarla bezeli bir deniz sofrasında, kendine meze arıyor sanki.
Kıyıya inerken, teknemiz, yapay bir maket koyda; masallardan çıkıp gelmiş de oraya konuvermiş bir yat gibi...
Karşılarda keçiler otluyor. Bir çoban ini ve bir kuyu... Buraya sandalla hayvanları getirir otlatırlarmış. Makiler bile kupkuru. Nisan’dan beri yağmur yüzü görmemiş buraları. Yine de gecenin rutubeti onları besliyor, kızgın günün hışmından, şiddetinden.
Yabanî soğan gördüm ilk kez, bu kıraçlığın içinde. Yağmur gelene dek, saplarını kurutup, yumru kökleriyle günlerini, gelecek yağmurları özlemle bekliyorlar.
Teknemize atlayıp, tekrar anakaraya yöneliyoruz. Bu kez hedefimiz Kadıkalesi. Kadı’nın enine boyuna kalesi mi desem, sarayı mı; bir boylu boslu yıkıntı uzanıyor boydan boya.
Ve deniz bile olduğuna inanılmayacak düzlükte bir çarşafı yara-biçe, anakaraya ulaşıyoruz. Perdeleri şiirlerle bezeli bir kahvede, şiir gibi bir un helvası, çay sohbeti; salkım salkım begonyalar arasında. Eflatunlu-beyazlı roketler, koparıyor sizi denizden, alıyor götürüyor koca çınarın kenarından kıvrılıp geçen yola bindirip. Mandalin kokulu bahçelere; adaçayı öbekli, kekik bezeli tepeler...
Güneşi bir altın tepside sunuyorlar size denizden. Ve mini mini balık sürülerinin sırtlarında yakamozlar, gümüş gümüş aldatıyor gözleri...
Akşamın gri-puslu sisleri ortalığı basarken dönüyoruz Turgutreis’e. Yunan Adaları, bu kez, manzaramızda gri birer duvar gibi tek renk ve iki boyutlu yükseliyorlar; öyle ki, aramızdaki deniz bir göle, dolaştığımız adalar da, bu göldeki dev yaratıklara benziyorlar.
Bu akşam bir başkaydı her şey... bir başka gözle baktım çevreye ve “Gidiyoruz ya,” dedim içimden, “yaptınız yine oyununuzu! Bize kendinizi en iyi şekilde anımsatmak ve gelecek sonbaharlara özendirmek için, günün en güzeliyle, akşamın en güzeliyle ve gecenin en güzeliyle çıktınız karşımıza. DÜZENBAZLAR SİZİ!”
3.10.84/22.00-Turgutreis |