Turgut Reis’in göbeğinde
bir küçük söğüt varmış.
Hani o salkım saçak, yellim yepelek,
büklüm büklüm, lüle lüle...
Dalları yerlere kadar eğilip
yaprakları gelen geçeni selâmlayanlardan bir söğüt.
Saçları dağınıkmış hep,
rüzgârın fesadına taralı baş mı dayanır, a canlar?
Küçük söğüt, narin söğüt, yaramaz söğüt...
Dibindeki telefonlara kulak verirmiş sabah-akşam.
İki tane otomatik telefon...
Allah versin, kâh Türkçe, kâh Frenkçe konuşuluyor...
Hani yabancı dili de
yeni yeni söküyormuş bizim söğüt.
Kim kime ne dedi?
Kim kimi fitledi?
Kime selâm, kime kelâm?
Merak bu ya, her kabine insan girende,
söğüt de dikkat kesilirmiş;
merak kesilirmiş.
En zoru da,
iki kabini birden dinlemekmiş!
Ah yaramaz söğüt,
Ah meraklı söğüt!
Bilmez misin bu oyunun sonunu?
Bir de utanmadan rüzgâra anlat herkesin sırrını!
İşte bir gün böyle ederler,
kulağı delik olanı.
Ensesine vuruverirler baltayı...
Anlamışsındır artık,
Hanya’yı Konya’yı...
20.05.86/03.05 - Turgutreis
|