Yer: Bodrum Kalesi.
Mekân: Fransız Burcu.
Bir temsilin son perdesini kapıyorum burada.
Biraz önce, bu kalede yaşayan şövalyelerin
armalarını inceledim,
yaşam öykülerini okudum levhalardan.
Burada, gökle deniz arasındaki bir tutam yerde,
üst üste kurulan burçlarda yaşayan insanlar.
Koşuşan askerler, uçuşan flamalar,
pırıldayan kalkanlar, demir zırhlar, palalar,
boyum kadar kılıçlar...
Azman basamaklar.
Ne devlermiş burada yaşayanlar meğer!...
Oysa burçların mazgallarından bakıldığında,
Bodrum,
mavi-yeşil bir örtdöv tabağına benziyor.
Sıra sıra dizili yatlar,
ortalarına bir ya da iki kürdan saplanmış kanapeler gibi,
tabağın mavi kenarında.
Ardında yeşil salata yaprakları, ağaçlar.
Evler, beyaz peynir ya da kaşar olabilir.
Kale, tabağın kenarını süsleyen patates tava,
üst üste burçlarıyla.
Sonra mendirek, dilini çıkarmış,
Nispet yapıyor sanki karşı tepelere.
Bu, olsa olsa dil sote’dir.
Fransız Burcu’nun tam altında,
bir set düzenlenmiş.
Eskiden kim bilir kimindi bu mezar taşları;
şimdi setin korkulukları olmuş,
çepeçevre dizilmiş...
Deniz tarafına top sürmeleri konmuş.
Bir tek top gördüm, göstermelik.
Sonra yalçın kayalıklarla biten deniz.
Ufukta Yunan Adaları.
Bu kıyıların değişmez fonu.
Tam karşıda ise Karaada.
İki yelkenli ona doğru süzülüyor,
yelken bezlerini çırpa çırpa.
Denizde martılar,
Kale duvarlarında,
kavgacı kargaların kanat sesleri
ve tepemde,
yalnızlığıma katılan,
bana çırpınış müziğiyle eşlik eden bayrak!
Artık gidiyorum...
Hoşça kal Bodrum!
Eğer yanımda götürdüğüm begonvillerim
tutarsa, hep seni anacağım.
Ve kısmetse eğer,
Bir kez daha sana döneceğim.
Hoşça kal!..
Ve haydi bre dev basamaklar!
Meydan bizim artık!..
05.10.84/16.40-Bodrum
|